Beyaz Türkler ateşle oynuyor!

29.5.2015


Asya’dan batıya tarih boyunca yürüyüşünü sürdüren Türk’ler, Batı ile hep bir çatışma içinde oldular. Bu çatışma kültürü özellikle İstanbul’un fethi sonrasında karşılıklı rövanş ataklarıyla hiç kesilmedi.

Batı’nın denizlerdeki hakimiyeti ile dünya üzerinde geliştirdiği sömürge yapısından kaynaklı zenginliği ve İslam’ın bu sömürü sistemine karşı kendi dinamikleri ile ayakta duran bir güç olması, geçmiş yüzyılların iki kutuplu düzeninin somut göstergesi olarak açıklanabilir.Türk olarak tarihe kodlanan bu akışın en önemli enerjisi şüphesiz ki İslam’dı. Batı bu yürüyüşü ancak Balkanlar’da durdurabildi. Bunu, bilimi sistematik hale getirip kendi içinde toparlanarak başardı.

Güçlenen Batı, Sasani İmparatorluğu sınırlarına dayanmış eski egemenliğini kendisine kaybettiren Türkler’den ve İslam’dan, ant içtikleri eski rövanşlarını artık alabilirdi.

Bu rövanş yaklaşımının, batı egemenliğinin Doğu Roma hakimiyet sınırlarına ulaşıncaya kadar bitmesi asla söz konusu bile değildir!

Osmanlı’nın çöküşünün temelinde milliyetçilik ayrışması yatar. Balkanlar, Orta Doğu ve Afrika’daki her mozaik, kendi içinde bağımsızlık fitnesiyle ana parçadan koparıldı. Dağınık, kendi başına ayakta duramayan bu yapıların her birinin içinde, açıktan ya da sinsice desteklenip beslenen ve ayrıcalıklı kılınan zümreler oluşturuldu. Yönetime yakınlaştırılan bu kitlenin varlığı, Osmanlı’dan koparılan her parçada ayrı ayrı görülür. Bunlar; para, mevki, şöhret, ihtişam gibi insanoğlunu peşinden koşturan unsurlarla beslendiler. Sonunda kaybetmekten korktukları bir değere sahip oldular. Bu kitleler halen kendi ülkelerinde köşe başlarını tutan, önde gelen söz sahipleri ve karar vericilerdir.

Anadolu, anlatılan mücadele alanının kalbidir. Onu avuçta tuttuğunuzda, tüm bölge hakimiyet alanınız olur. Batı kendini güçlü hissettiği 18. Yüzyıldan sonra (hatta çok daha öncesinden) sistematik ve planlı bir şekilde geçmişin rövanşını almaya koyulmuştur. Müslümanların ilimde zirve oldukları dönemlerin ardından kendilerini taasuba, kaderciliğe ve oluşturulan gelenekçiliğe esir etmeleriyle, gerileme ve çöküş başlamıştı. Tanzimat hareketleri bir ilerleme değil, gerçekte savunmaya düşme ve bir çare üretememe halinin göstergesiydi.

Nihayetinde Osmanlı son direnişini Abdulhamit ile verdi. Abdulhamit 33 yıllık yönetiminde toprak kaybetmeyen ince bir siyaset güttü. Geçmiş yüzyıllar Batı’ya, böylesi bir dirayetli duruşun haçlı ordularıyla değilde iç siyaset ile kırılabileceğini öğretmişti.

Ekonomi ve eğitim çarklarına sızarak bir nesil üretildi. %5’inin okuma, çok daha azının yazma bildiği Osmanlı toplumunda batı hayranı, uluslararası ilişkilerde sığ görüşlere sahip yeni bir nesil oluşturuldu. Çoğu İttihat ve Terakki oluşumunun etrafında biriken bu etkin ve söz sahibi kitle, elbirliği ile sistemi ve başındakini alaşağı etti.

Selanik’te örgütlenen, ilk kongresini 1892 de Paris’te gerçekleştiren o günün özgürlük hareketinin peşine kimler takılmadı ki. Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı Hamdi Yazır, Tevfik Fikret, Namık Kemal ve daha nice kitlelere yön verebilen, eli kalem tutanlar… Bir kısmı sonradan nadim olsalar da, o sele kapılıp kitleleri galeyana getirdiler bir kere.

1899 Kasım’ında İsmail Kemal isimli birinin ardına takılan ülkedeki yazar çizerlerin 20 temsilci ile İngiliz baş konsolosu O’Conor’a; metnini T. Fikret’in düzelttiği, Ûbeydullah Efendi tercümalığı ile taktim ettikleri ilginç bir mektup var. Mektupta şunlar yazılı;

“Size takdim ettiğimiz mektubu güç koşullar altında yazdığımızı takdir edersiniz. Alttaki imzaları az bulmamanızı rica ederiz. İmza sayısına değil içeriğine dikkat ediniz.

Mektubun sahibi ünlü düşünür ve yazarlardır. Sizinde bildiğiniz gibi, ülkede kamu oyunu onlar oluşturur. Büyük Britanya Devleti’nin ileride bir gün bizim özgürlüğe kavuşmamıza yardım edeceğini umuyoruz. Mazideki unutulmaz dostluk anılarını anımsayarak Britanya İmparatorluğu’na Transvaal Savaşı’nda başarılar diliyoruz.”

Günün sonunda iş işten geçmişti artık. Osmanlı’yı parçalamaya azmedenlerin değirmenine su taşınmış, öldürücü darbe gelmiş ve o günün aydınları(!) neye hizmet ettiklerini anlamamışlardı bile.

Ama Batı için sonuç önemliydi. Üstelik plan işlemiş, en büyük engel içeridekilerin eliyle halledilmişti!

25.07.1905 Cuma günü Abdulhamit’e düzenlenen, 80 kişinin öldüğü, ancak asıl hedefi başarısız suikast sonrasında, her kötülüğün ardında sistemi ve Abdulhamit’i gören Fikret’in, o olay üzerine kaleme aldığı şiirinde nasıl bir kin olduğuna bakın;

Ey şanlı avcı, tuzağını boş yere kurmadın

Attın… Fakat neyazık ki yazıklar ki vuramadın

Mısradaki halet-î ruh, bugün de yok mu?

Ama aynı Tevfik Fikret, daha sonra, bir paragrafı aşağıdaki şu uzun şiiri de yazdı;

Bu sofracık, efendiler – ki yutulmaya hazır

Huzurunuzda titriyor – şu milletin hayatıdır;

Şu milletin ki acı çeken, şu milletin ki can çekişen!

Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır…

Yiyin efendiler yiyin, iştah verici sofra sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

……

Tüm bunların üzerinden koca bir asır geçti. İkinci şiirin muhatabı olanlar ve onların nesilleri bu ülkenin kaymak tabakası oldular. Şimdi ne oldu da Abdulhamit’e karşı olanlar gibi bir kin ve nefret dalgası yeniden oluştu.

Bu işte bir gariplik yok mu?

Kin ve nefret bir tek yönden gelse anlaşılabilir. Ancak yerlisi, yabancısı, sağcısı, solcusu, milliyetçisi, etnik ayrımcısı, müslümanı(!), gayri müslimi bir nefrette nasıl ve hangi maksat ile buluşabilir?

O Beyaz Türkler ve Beyaz Türk’lerin sınıfına girmek için çırpınanlar. Onlar bugünün Türkiyesi’nin gerçeği. Onlar bürokrasiden, ekonomiden, eğitimden, kültür ve sanat alanlarından hiç eksik olmadılar.

Dün, Batı’nın eliyle özgürlüklere kavuşma Türküsü çağıranların takipçileri bugün de maalesef aynı yoldalar. İçlerinden bir kısım yarım akıllıları da takiyye ile Batı’yı kandıracağına inan(dırıl)mış. Oysa Batı’nın, onların siyasal beklentileri ile ilgili hiçbir çabası yok. Hiç olmadı da. Yakın tarih, bu tezi doğrulayan sayısız olaya tanıklık etmiyor mu?

Beyaz Türkler’in hesabının, varlıklarını ve durumlarını ilerletmek olduğu anlaşılıyor. Bunu başarıyorlar da. En zor dönemlerde bile ekonomik ve sosyal göstergeler, bu kaymak tabakanın hep semirdiğini gösteriyor. Onların tek korkuları efendilerinin değişmemesi. Eğer değişirse, yeni durumda ne yapacaklarını öngöremiyor olmalılar.

Aslında bu gibilerin kazançlarının, Batı’nın günün sonundaki beklentisinin yanında hiç bir hükmü de değeri de yok.

Unutmamak gerekir ki aslan’ın avının ardından bıraktığıyla doyan akbaba ve çakallar da mutludur. Ancak artıklardan geçinmek için avı, aslanın önüne süren çakallara günün sonunda diğer çakallar da değer vermeyecektir.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir