Din ve Bilim

Bir tarafta ilahi söylemlerin yer aldığı kutsal kitaplar, diğer tarafta ise her şeyi bilimin bulguları ile açıklamaya çalışan, elde ettiği somut bilgi -ve bunların yansıması olan- teknoloji perspektifinden hayatı yorumlayan anlayış… Aslında ayrı ayrı ele alındıklarında iki ayrı din… Her ikisi de bireye, birşeylerin karşılığında birşeyler vaad ediyor. Din tasvir ediyor, bilim ise resmediyor. Yani her ikisi de birey nezdinde bir tasavvur oluşturuyor… Bilim sadece gördüğünü ya da ispat ettiğini resmediyor. Din ise, çok daha geniş bir tasavvur ortaya koyuyor. İnsanoğluna bu dünya yaşamının ötesi için de bir tasvir çiziyor. Bilim bu tasavvuru sorgulayacak somut parametrelerden yoksun olduğu için algılanabilir ve ispatlanabilir somut gerçeklerin ötesine geçmiyor…

Din ortaya koyduğu tasvirlerin ispatının kainat’da olduğunu bütün sırların göz önünde olduğunu söylüyor. Diğer bir ifadeyle gerçeğe yakın olmanın bilim aracılığı ile mümkün olabileceğini söylemiş oluyor. Eğer böyleyse çatışma bunun neresinde? denilecektir. Bu sorunun cevabını, “Hangi din?” ve “Hangi akıl?” sorularına verilecek cevaplarda aramak gerektiğini düşünüyorum… Şunu peşinen kabul etmeliyiz ki kutsallaştırılan her söylem ve davranışın oluşturduğu kalıpların dışına çıkarak düşünebilmek kolay değil. Hele birde meseleler soyut ise bu oldukça zor.

Özellikle de kutsal kitapların söylemine eklemlenen ve geleneğin belirlediği kalıpların dışına çıkmadaki zorluk daha bir fazla. Bunun için de Din – Birey – Özgürlük sarmalını iyi etüd etmek ve bir sorgulama metodu oluşturmak son derece önemli… İslam tarihi incelendiğinde, iktidarı (sonraları için buna saltanat’da diyebiliriz) yaratıcıya ve teba’ya karşı sorumluluk bilinci ile işleten yöneticilerin döneminde dinin, hem pozitif bilimlere hem de adalet kavramının gelişmesine önemli katkılarda buluduğu görülür.. Elde edilen bilgi, teknoloji, adalet gibi değerlerin, yüzyıllar boyu yeni coğrafi ve insani kazanımların motoru olduğunu söylemek ham bir iddia değildir. Ortada sanatı, edebiyatı, hukuğu, bilimi, kültürü, ekonomisi, mimarisi vd. tüm yönleriyle imparatorluklar oluşturmuş bir medeniyet birikimi sözkonusu… Ne zaman ki hedeflerde bulanıklıklar başlayıp, her türlü ilim ve bilim alanlarında atalete düşülmüş, kolaycılığa ve gelenekselciliğe saplanılmış; işte o zamanlarda İslam medeniyeti dediğimiz o büyük süreç, kimi problemlerle karşılaşmış… Bunu bir yönüyle gerileme süreci olarak anmak da mümkün… Aynı dönemde Hristiyan batıda ise pozitif bilimlerin kendi geleneksellerine karşı ölüm kalım mücadelesi verdiğini görüyoruz. “Din afyondur.” Pozitif ilimlerin, dini temsil eden kilise ile olan bu mücadelesinin zaman içinde; Din – Bilim çatışması olarak kavramsallaşıp yerleştiğine, özellikle de 19. YY. İslam çoğrafyasını -milliyetcilik akımlarıyla parça parça eden- fikir akımlarını besleyen bir slogana dönüşmesine şahit oluyoruz. “Din gelişmeye engeldir.”

Aslında Kilise ile Fıtrat arasında başgösteren bu çetin kavgada Bilim, ürettiği değerlerin (Teknoloji) insanlığa yansımasıyla kitleleri etkilemiş ve ezici bir üstünlük kurarak Kilise’ye karşı yükselen toplumsal direnişi motive etmiştir. Fransız İhtilali ile zirve yapan bu hareketlilik sonucunda; teknoloji, sermaye ve yönetim gücünün bileşkesi olan yeni medeniyet, kanun koyucu güç olarak önce kendi halkı tarafından tescil edildi. Ardından, “Batı Medeniyeti” dediğimiz oluşum, kısa sürede kendisini medeniyetlerin hamisi ilan ederek; yeniden tanımladığı ekonomi, hukuk, siyaset, tarih, inanç, bilimsel metodlar, gibi yerel kavram ve değerlerini tüm dünya için egemen kılmaya yöneldi. Bu yönelişin meydana getirdiği kavga ve rekabet, dünya üzerinde halen tüm hızıyla sürmekte…

Bugün pozitif bilim alanlarındaki yetersizlikler, teknolojinin sınır tanımayan hızlı yayılmacılığı, refah’ın geniş halk kitlelerine yansıyamaması gibi nedenler bireylerinin çoğunlukla müslüman olduğu ya da yönetimleri açısından İslam çoğrafyası sayılan ülkelerde yaşayan geniş insan topluluklarını şiddetle etkiliyor… Kendisini ve toplumunu güçsüz, hatta ezik hisseden ve bu durumdan rahatsız olan kitleler geri kalmışlığın sebeplerini sorgularken kimi zaman din olgusunu da suçlayabiliyorlar… Gerçekte durum böyle mi? Kilise’nin din anlayışı ile Kur-an’ın din tanımı ve anlayışı ne kadar örtüşüyor? En önemlisi her iki medeniyet kulvarında bilimin önemi ve anlamı nedir? İslam coğrafyasında kimi geri kalmışlıkların ve çatışmaların sebebi, atalet yanısıra geleneksel değerlerin din olarak algılanması mıdır? Bu sorular karşısında, geleneksel kimi yaklaşımların ve bazı yanlış yorumların dine eklemlenmesi ve zaman içerisinde yerleşerek dinin kendisindenmiş gibi görünmesinin İslam’ın algılanmasında bazı sorunlar doğurduğunu net bir şekilde ifade edebiliriz.

Öte yandan Din ve Bilim’in biri diğerinden bağımsız ayrı kompartımanlar olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasıda çok önemli bir sorun sayılmalı… Güncel hayattaki konuların sadece ilahiyat eğitimi almış pozitif bilimlerden yeterince beslenemeyen kişilerce ele alması, ayrıca din ile ilgili konu başlıklarının hep sevap-günah, mübah-haram ikileminde ele alınıyor olması bu algılamayı besleyen önemli etkenler arasında sayılabilir. Halbuki bilimin bugün geldiği aşamanın Kur-an’ın anlaşılmasında önemli katkılar sağlıyor olması gerekmez mi?..

Öte yandan dinin konularının da, bilime ilham kaynağı olması hatta birçok belirsiz alanda bilim insanına genel bir rota çıkartıp sonuca daha kestirmeden ulaşmayı sağlayacak yaklaşımları ortaya çıkarması gerekir. Ancak kafalardaki genel imaj, kutsal kitabın böyle bir yaklaşıma sahip olamıyacağı şeklindedir. Halbuki peygamberler nezdinde ortaya çıkan birtakım sıradışılıkların aslında insanlık için konmuş hedefler olduğu düşünülürse kutsal kitaptan zannedilemiyeceği kadar çok ilham çıkacaktır. İşte Neml suresinden (27. sure) bir örnek; 38. Süleyman: “Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?” dedi. 39. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim” dedi. 40. Kitabın bilgisine sahip olan biri: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir” dedi. 41. Süleyman “Tahtını onun tanımıyacağı hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi yoksa tanımayacak mı?” dedi.

Yukarıdaki ayetler, maddenin enerjiye dönüştürülüp yeniden madde olarak bir araya gelebilmesinin habercisidir. Üstelik bu işi yapan ne Süleyman (AS) peygamberin kendisi ne de varlığı tartışma konusu olabilecek bir yaratıktır. (Cin) Ayet açıkça, bu işi yapanın bir insan olduğunu söylüyor. Ayrıca mucizevi bir yöntemle farklı bir mekandan alınıp getirilen tahtın sanal bir görüntü olmadığını anlatmak için, o tahtın üzerinde bir takım fiziki değişiklikler yapılıyor… Yakın zamana kadar kaç tane bilim insanı böyle bir hedefi makul karşılayabilir di? Bugün ise maddenin enerjiye dönüştürülmesi konusu üzerinde birilerinin çalıştığı bilinen bir konu. Bu ve benzeri bir çok örnek Kur-an’ı kerimde mevcuttur.

Sadece tüm bunların araştırmacı, sorgulayan, analitik düşünen, yılmayan ve kendisini aciz hissetmeyen, bilgiye yakın kişi ve gruplarca araştırılması ve sonuçlandırılması gerekiyor. Sonuçta kainat yaratılmış kitap, kutsal kitaplarda bu yaratılmış kitap üzerinde insanların doğruları bulmaya yönlendirilmesi için indirilmiş kitap değil mi? Bu yüzyılın din ile bilim arasında reel köprülerin inşa edildiği bir dönem olacağına inanıyorum. Bu köprüler kurulurken İslam Dünyası’da kemikleşmiş sorun gibi kimi soruları tam bir netlik ve cesaretle cevaplayabilmeli… Diğer bir deyişle geleneksel dini kavramların hayatımızdan kitap ve sünnet ile ayrıştırılması son derece önemli…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir