Kültür Din gibi midir?

30.04.2014


Geleceğe koşarken geçmişe takılmak.

Kültür terimini 17. Yüzyılda, Samuel von Pufendorf’un ilk kullananlardan olduğu söylenir. Ona göre kültür; doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm insan eserleridir.”

Immanuel Kant ise kültürü “insanın mantıksal özünden dolayı özgürce hayata geçirebileceği amaçlar, idealler bütünü” olarak tanımlar.

Bir başka Alman filozof Herder ise kültürü “bir ulusun, halk ya da topluluğun yaşam tarzı” olarak yorumlar.

Antropolojinin kurucularından sayılan Edward Burnett Taylor’da, “kültür; bilgiler, inançlar, sanat, ahlak ile insanın toplumda yaşayan varlık olması nedeniyle edindiği bütün diğer yetenekler ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür” der.

Tanımlar bitmiyor. ABD’li antropologlar A.L.Kroeber ve Clyde Kluckhohn “Kültür Kavramlarına ve Tanımlarına Eleştirel Bir Bakış -1952” adlı çalışmalarında kültürün 164 farklı tanımını yorumlamışlar.

“Öğrenilmiş davranış” ya da “zihindeki düşünceler” gibi tanımlar da kültür kavramını açıklamak için kullanılmıştır.

TDK[1] Sözlüğünde ise kültür başlığının konumuzu ilgilendiren kısmı aşağıdaki ifadeler ile açıklanır.

  1. isim Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin
  2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü.
  3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi
  4. Bireyin kazandığı bilgi.

Dikkat edilirse tüm kültür tanımlarının öznesinde insan var. Çıktılar ise; edebiyat, sanat eserleri, bireysel ve toplumsal davranışlar/ilişkiler, çevre ile ilişkiler, ritüeller, geçmiş ve gelecek algıları, inançlar, beklentiler, değerler vb. Kültürün insan ve yaşadığı ortamdan bağımsız olmadığı, birikimlerin yaşanan olguların olumlu ya da olumsuz etkisi altında geliştiği görülüyor.

Sınıfsal söylemleriyle öne çıkan K. Marx’da bu konuda; “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil. Dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devredilen verili koşullarda yaparlar.”[2] diyor.

Tüm bu anlatımlar kültürün insanı bütünüyle kuşatmış bir örgü olduğunu gösteriyor. Daha ileri bir vargı ile kültürün, adeta bir görünmez el olarak insanın bağımsızlık alanlarını da belirleyen ve yönetilmesinde etkin, üst bir olgu olduğu sonucuna da varılabilir.

Sorgulamayan, analitik düşünmeyen ve bir temele dayanmayan herkes, hazır kalıpların değişmez müşterisidir.

Böyle olduğu içindir ki liderler, sanatçılar, siyasetçiler, peygamberler, mesih iddiasında olanlar etkilemek istedikleri hedef kitleye, aidiyet bağlarının yüksek olduğu değerler ile yaklaşırlar ya da bunları yeniden yapılandırmaya soyunurlar. Bu şekillendirmenin tepeden aşağıya olması süreci daha da çabuklaştıran bir pratiktir. Hakim siyasetin kültürel değerleri yönetsel araç olarak kullanması insanlık kadar eski bir olgudur. Musa (as) da diğer birçok resul ve nebi gibi tebliğe toplumunun ileri gelenlerinden  başlamıştır.[3] Peygamberler Allah (CC) dan gelen vahyi bilgiyi yayarken en zorlu mücadeleleri toplumun ileri gelenleri ile yapmışlardır.

Dikkat çekici bir başka konu, tarihin her döneminde kültürel değerlerin din ile paralel gelişip gitgide dine aitmiş gibi görüldüğüne tanık olunmasıdır.

İslam’ın ilk dönemlerinde de yeni dini tercih edenlerin eski dinlerine ve yerel kültürlerine ait kimi uygulamaları sürdürdüklerine rastlanır. Bunlardan, başka şeyleri tümüyle bırakıp, tamamen Allah’ın ipine sarılmaları özellikle istenmiştir.

Bugün bile birçok hurafeyi yaşatan ancak Müslümanca tavırlardan da taviz vermediği için bu tür yanlışları sanki dinin bir parçasıymış gibi  algılatanlara tanığız. Şans, uğursuzluk, bereket, bela, kurtuluş, refah, felaket, kahır, nazar, selamet vb. telakkiler ile ihdas edilmiş masum gibi duran uygulamaların arka planında hep vesvese ve cahilce uygulamaların mantığı görülür. Bu gibi duygusal zaaflar üzerinden hocalık kisvesi ile yürütülen sömürünün inandırıcı olması için mutlaka dini duygular üzerinden bağlantılar kurulur ve sahte dayanaklar oluşturulur.

“Allah insanların bir kısmını yoluna kabul eder. Bir kısmı da sapık sayılmayı hak eder. Çünkü onlar Allah’tan önce şeytanların emrine girer  bir de kendilerini doğru yolda görürler.” (Araf 30)

Herkes zihnindeki din kavramını, çerçevesinde ki kültürel uygulamaları da dikkate alarak ortaya çıkan fotoğrafın bir yerine -kendi algısıyla- konumlandırmalıdır.

Herhangi bir uygulamanın yaşatıldıkça ve paylaşıldıkça bireysel olmaktan çıkıp bir fenomene[4] dönüştüğü malumdur. Her türlü cemaat, mezhep, tarikatlar gibi inanç akımları; sanat ile ilgili ekoller; etnik ve coğrafi koşulların etkilediği toplumsal anonim davranışlar, ritüeller vb. hep böyledir.

Bu fenomenleri baskın olarak yansıtan grupları belirli kriterlere göre sınıflandırma ihtiyacı ortaya çıkınca ulus/kavim, medeniyet, din, mezhep gibi temel ayrıştırıcı kavramlara başvurulmuştur.

Toplulukları ayrıştırmak için kullanılan bu çekmecelerin her birinin baskın unsurları farklı kaynaklardan beslenir. Ulus ayrımının baskın kaynağı; coğrafya ve ırk unsurlarıdır. Medeniyet ayrımının baskın kaynağı; benimsenerek üretilip hayata yansıyan maddi, yönetimsel, biçimsel ve manevi unsurlar ve bunların sinerjisidir. Din ve mezhep ayrımının baskın kaynağı ise bir şekilde ilahi olan ile kurulmuş olan bağlardır.

Kendi içinde bağlayıcılığı da bulunan ve geçmişin birikimleriyle oluşmuş bu yapıların sürdürülmesine ise gelenek ya da  görenek deniliyor.

Gelenek ve görenekler toplumsal aklı ve birikimi temsil etmesi yönüyle önlenemez bir birikimdir. Bir çırpıda oluşmadığı için kolayca terkedilmesi ve dışlanması da mümkün değildir. Hatta karşı karşıya gelinebilecek olumsuzluklara karşı güvenilir bir limandır da…

Ancak bu liman aynı zamanda; bir takım ritüellerin,  ezoterik,[5] metafizik, mistik akımların gelişip, kalıcı öğretilere dönüşebilmesinin de zeminidir.

Her şeyin mutlaka bir temeli olmalıdır.

İlerlerken geçmişi unutmamak ve arada dikiz aynasına bakarak geçmişi hatırlayıp, yaşanmış hatalara düşmemek için dersler çıkarılması gereği malumdur. Sürekli geçmişe takılmanın ise bir tür bağnazlık oluşturacağı şüphesizdir. Bu durumda olası körlüğü önlemek için sağlam bilgiye dayanarak ilerliyor olmak gerekir. Oluşmuş yapılar ve karşılaşılan fenomenler bir temele dayanarak sorgulanmadığı taktirde, akletmeyen herkes, hazır kalıpların[6] değişmez müşterisi olur. Eğer bir de bu kalıplar dokunulmaz hale getirilmişse, tinsel bir kültün etrafında insanların hızla biriktiğine şahit olunur.

 

Önce dini adetleştirdiler, ardından adetlere din diye sarıldılar.[7]

Kur’an ile bir miktar haşır neşir olanlar, ayetlerde geçen; “atalarının dini”, “geçmiş masallar”, “babaları bir şey bilmiyorsa” gibi ifadeler[8] ile, geçmişlerini referans göstererek yaratıcının ayetlerine ısrarla karşı çıkanların muhatap alındıklarını hatırlayacaklardır.

Son ilahi kitap Kur’an, işlerin mutlaka bir temelinin olmasını söyler. Söz konusu temelin ise tamamen bilgiye dayanması gerektiği açıkça belirtilir. Bu amaçla da defalarca akletmekten bahsedilerek düşünme fiilinin olmazsa olmaz olduğu anlatılır. Akıl ve düşünme olmadan, kabul ve iman oluşmayacağı için din de olmaz. Fıtrat insandaki imanın bir tür göstergesidir.[9]

Ne ilginçtir ki pozitivist öğretiler de, din ve diğer kutsallaşmış yapılar ile çatışır. Onlar için sadece tabiatta keşfedilmiş bilgiler gerçektir ve dikkate alınmalıdır. İlahi bilgiyi dogmatik olduğu için ret eden pozitivistlerin, sadece ispatlanmış bilgileri esas alarak oluşturdukları bu yapı, bir tür bilim kültürünün de zeminini hazırlamaktadır. Henüz güvenilir ispata dayanmayan alanlardaki kimi bilim kurguların insanlığın karşısına inanılması gereken temel doğrularmış gibi çıkartılması önemli bir sorundur. Böylece insanlık, medeniyet düzleminde varlığa  ve teknolojiye esir konuma gelme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Söz konusu pozitivist yaklaşımların, insan katkısı ile oluşturularak gelenekselleştirilmiş dinlere karşı bir reddiye olarak ayrıca  ele alınması gerekmektedir.

Örnekleyecek olursak Marx’ın “din afyondur” yaklaşımı insanları kuşatarak onları çıkarcı davranmaktan uzak tutan değerlere bir eleştiridir. Bu söz, ortaya atılan sınıfsal fenomenin önündeki engelleri aşmak ve yeni bir alan açmak için söylenmiş olmalıdır. Çünkü her fenomen, hedef kitlesinin öğrenilmiş davranışları ve/veya düşünce süzgecinden geçtikten sonra kabul ya da ret edilir. Çatışmalar ve git-geller kaçınılmazdır. Bu söz, kilise uygulamaları ve oluşturulmuş din söylemlerine karşı bir anlam ifade eder. Ancak bütüncül olarak fıtratın kabul edebileceği bir temel yaklaşım olarak da gelişmemiştir.

Bilgi üzerine bir temele dayanmaya Kur’an’ın bakışına göz atacak olursak;

“De ki: Ey kitap ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilmiş olanı tam yerine getirmedikçe temelsiz kalırsınız. Rabbinden Sana indirilen (Kur’an) onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır. Artık o kâfirlere üzülme.” (Maide 68)

Yahudiler, “Hıristiyanlar bir temel üzerinde değiller” dediler. Hıristiyanlar da, “Yahudiler bir temel üzerinde değiller” dediler. Oysa hepsi Kitab’ı okuyorlar.(Kitab’ı) bilmeyenler de tıpkı bunların söyledikleri gibi demişti. Artık onların aralarında uyuşamadıkları davada, hükmü Allah verecektir. (Bakara 113)

“…De ki: “Sizin (iddialarınızı ispat edecek) bir bilginiz var mı ki onu bize gösteresiniz? Siz ancak kuruntuya uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” (Enam 148)

And olsun, onları, bir bilgi üzerine (dönemlerinde) âlemlere üstün kıldık. (Duhan 32)

Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar. (Casiye 24)

De ki: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer doğru söyleyenler iseniz bundan önceki bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı olsun getirin bana!” (Ahkaf 4)

İlahi olan bilginin, fıtrat olarak karşımıza çıkan bilgi ile irtibatı kopartılınca din; hayatın dışında kalan, mistik, anlaşılmaz ve metafizik bir olguya dönüştürülerek kültürel, vicdani bir algıya indirgenmiş olur.

Bilim insanı laboratuvara girerken mutlaka bir varsayım ile hareket eder. İlahi olan bilgi bilim insanının yolunu kısaltacaktır. İlahi bilgiyi ispata çalışmak bir eksiklik olamaz. İbrahim (as)’ın Bakara 260. ayet ile gösterilen örneği bunun en etkili anlatımıdır. İlahi olan bilgiyi varsayım olarak alıp laboratuvarına giren bilim insanının elde edeceği sonuçların onda; Allah (cc)’a imana, böylelikle diğer bilgilere de inanmasına yol açması beklenir. Her durumda elde edilen sonuç insanlığa bir katma değer olarak kalacaktır. İlahi bilgiye iman ederek teslim olup, yaşarken gereğini yapanlar ahiret bilgisine inanmalarından ötürü bir gün ayrışacaklarına da inanmaktadır. Kimi sadece bu dünyada kimi de hem bu dünyada hem de ahirette beklediğine ulaşacaktır.[10]

İlahi olan bilginin, fıtrat olarak karşımıza çıkan bilgi[11] ile irtibatı kopartılınca din; hayatın dışında kalan, mistik, anlaşılmaz ve metafizik bir olguya dönüştürülerek kültürel, vicdani bir algıya indirgenmiş olur.

Bugün maalesef ilk insandan itibaren gelişen ortak davranışlar birçok farklı kültürel  yapıları oluşturmuş durumda. İçinde yaşanılan dünyanın güzellikleri ve tehditleri ile paralel gelişerek ortak inanca dönüşmüş davranışların çeşitli aralıklarla ortaya çıkan ilahi düzenlemeler karşısında yok olmadıkları ortada. Halen sürdürülen miras alınmış  sayısız ritüellerin asırlardır muhafaza ediliyor oluşu bu durumun açık bir göstergesi.

Yaratıcının onca açık uyarılarına, peygamberlerin tamamının şirke karşı mücadele etmesine, fıtrat kitabının onca açıklığına rağmen insanoğlunun hala kendisine birtakım koruyucu ve kollayıcılar edinip bunlardan yakasını kurtaramaması, düşünüldüğünde oldukça tuhaf bir durum. Bu konuda insanları çoğunlukla yanıltan şey; orijinal kaynağı ile irtibatı kopmuş bir fenomenin sonradan oluşturulmuş, kaynağı şüpheli bağları akıllıca kullanarak etrafında insan biriktirebiliyor olmasıdır. Tam bu noktada insanın taklit etme kolaycılığına sapma özelliğine de vurgu yapmak gerek. İlginçtir ki taklit kelimesi Arap dilinde gelenek anlamına geliyor.[12] Bu kavram ilişkisi üzerinde yapılacak ufak bir tefekkür bile kötü ve temelsiz olanı taklit etmenin, beraberinde ne kadar tehlikeli sapmaları getirdiğini göstermeye yetecektir.

Bilinçli ya da bilinçsiz olarak hepimizin küçük katkılarıyla din ile ilgili algı ve kavramların Ali Şeriati’nin ifadesiyle; “Önce dini adetleştirdiler, ardından adetlere din diye sarıldılar.” şeklinde karşımıza çıkması üzücü. Din konusunu ciddiye alan herkesin uyanık olması şart. Uyanık kalmayı da ancak; Muhammed (sav)’e gelmiş olan -ne bir eksik ne bir fazla aynıyla- elimizdeki Kur’an’ın, çözüm merkezi olduğuna inanarak ve anlamak için kendimizi aralıksız[13] onunla muhatap kılarak başarabiliriz.

[1] Türk Dil Kurumu internet sitesi

[2] “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” 1852 Marx

[3]  Araf 7/88 – 103; Yunus 10/75 – 83; Hud 11/96 – 97; Müminun 23/45-46

[4] 1. isim Olay  2. felsefe Görüngü (http://www.tdk.gov.tr)

[5] Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir.

Ezoterizm (içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefî öğretilerdir. Bu öğretiler herkes tarafından bilinen egzoterik (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalığa sebep olan, Mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir. Ayrıca Ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır. / Kaynak: Vikipedia

[6] Geleneksel yapıya ait öğretilerin

[7] Ali Şeriati’ye atfedilen söz.

[8] Bkz. Bakara 2/170; Maide 5/104; ; Enam 6/25; Araf 7/28 – 70 – 71 – 173; Enfal 8/31; Yunus 10/78; Hud 11/62 – 109; Yusuf 12/40; İbrahim 14/10; Nahl 16/24; Kehf 18/5; Enbiya 21/53 – 54; Muminun 23/83; Şuara 26/74-76; Neml 27/68; Kasas 28/36; Lokman 31/21; Sebe 34/43; Saffat 37/69; Zuhruf 43/22 – 23 – 24; Ahkaf 46/17; Necm 53/23; Kalem 68/15; Mutaffifin 83/15;

[9] Bkz. Rum Suresi 30/30. Ayet.

[10] Bkz. Bakara 2/200; Hud 11/15; Şuara 20; Leyl 4-7, 13;

[11] Bkz. Rum Suresi 30/30. Ayet.

[12] التقليد / el tekalid Arapça da gelenek anlamına gelir.

 

[13] Bkz; Müzemmil 73/20. ayet

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir